14 Şubat 2013 Perşembe

Hücrelerin Arkasında


Geçtiğimiz Eylül ayında bir gün oyuncu arkadaşım Hakan'la yapacağımız bir fotoğraf çekimi için mesajlaşmalarımızda bana sürekli "cezaevinden dönünce seni arayacağım" ya da yarın "cezaevine gideceğim, bir sonraki gün görüşelim" diyordu. Bende içimden "herhalde çocuğun bir yakını içeride ki böyle haftada bir iki oraya gidiyor" diye düşündüm. Daha sonra yüz yüze konuşabildiğimiz bir gün "Hakan'cım geçmiş olsun kim içeride ?" diye direk sordum.  Aldığım yanıt beni çok şaşırttı.

Gitmiş olduğu Ümraniye T Tipi Kapalı Cezaevi mahkumlarının birleşip sahneye bir oyun koyduklarını ve bu oyun üzerinde uzun zamandır çalıştıklarını anlattı. Hakan ve arkadaşları da bu sosyal sorumluluk projesine dışarıdan profesyonel olarak destek verdiklerini ve bu destekten hiç bir maddi destek almadıklarını söyledi.

Proje beni çok etkiledi ve hayatında bırakın tiyatro oynamayı, tiyatroya gitmemiş insanların hücreler arkasında böyle bir aktivite yapması bence tam fotoğraflanıp belgelenmeliydi. Hakan'a konuyla ilgili destek verip veremeyeceğimi sordum. Çok zor olduğunu ve birçok izin alınması gerektiğini belirtti. Ben tüm prosedürlere hazır olduğumu ve hiç bir karşılık beklemediğimi belirttim. Konuyla ilgili her şey yolunda gitti ve benim tüm izinlerim çıktı. Tabii ki bu izinler için sevgili kurum öğretmeni Ömer Bey'e ve cezaevi müdürü Sayın Mehmet Çıtak'a teşekkürü borç bilirim.




Evet izinler çıktı artık hayatımda hiç gitmediğim cezaevine ilk kez elimde kocaman bir fotoğraf makinesiyle gidecektim. Giderken "ben deli miyim, ne yapıyorum ?" diye sormadım değil elbette. Çünkü içeride kimlerle ve nelerle karşılaşacağınızı bilmiyorsunuz. Bilmediğiniz gibi bir de bu insanların yüzüne objektifi doğrultmayı planlıyorsunuz.

 Her türlü terslikle karşılaşabilme ihtimalini göz önünde bulundurarak, kocaman duvarları olan Ümraniye Cezaevi'ne vardık. Bin bir kontrolden geçtik. Daha sonra tüm kontrol işlemleri bittikten sonra hücrelerle dolu koridorlara girdik. İlk kez gelmiş olmanın şaşkınlığı ve merakıyla gördüğüm her şeyi inceliyordum. Kısa yürüyüşümüzün ardından oyunun oynandığı salona vardık. Gerçekten çok nadir bir yerde bu kadar büyük bir samimiyet ve neşeyle karşılaştım. İçeri girer girmez tüm mahkumlar benimle tanıştı ve sohbete başladı. Hayatlarının bir döneminde hata yapmış bu insanlar hiç de düşündüğümüz kadar ters gözükmüyordu. Hepsi olabildiğince kibar konuşan, sakin ve sevecen kişiler olsa da fotoğraf makinesini görünce deli oldular. Tonlarca fotoğraf çektik.



Oyunlarını izledim. Profesyonel bir destekle oynanan ve kısıtlı şartlarda çalışılmış bir oyun olmasına rağmen çok başarılıydı. Özellikle oyunculuk performansları hakikaten takdir edilecek boyuttaydı. Hatta ve hatta hayatında tiyatro izlememiş bazı mahpuslar bayağı profesyonellere taş çıkaracak nitelikte performans sergiliyordu. Tabii bunda yönetmen Reyhan Ulu'nun ve oyuncu arkadaşlar Nilüfer  Erkanlı, Sinem Yener ve Hakan Çelik'in çok çok büyük rolü vardı. Gün bitiminde hepsiyle vedalaştık ve kurumdan ayrıldık. Oyunun daha 4 ay daha cezaevi içerisinde oynanacağını ve daha sonra da dışarıdan izleyici alacaklarını öğrenince tamamen projenin içerisinde yer almaya karar verdim. Çektiğim fotoğraflar oyunun afişi oldu. Bu beni çok çok mutlu etti. Ve 4 ay boyunca neredeyse her hafta cezaevinin yolunu tuttum. Oyuna ünlü oyuncular ve basın destek için akın etti. Bir çok değerli oyuncunun fotoğraflarını da çekme imkanı buldum.

Mahkumlarla bir süre sonra arkadaş olduk. Ben sürekli fotoğraf çektiğimden artık makineyi görmez oldular. Zamanla hikayelerine, pişmanlıklarına ve umutlarına ortak oldum. Dışarıda özgür olmanın, gökyüzünün kıymetini onlar sayesinde öğrendim. Hepimizin ötekileştirdiği kişiler, bizim gibi bu projeye destek verenlere çok çok şey öğretti. Küçücük bir tiyatro oyunu toplum ve suç ilişkisini, insanı suça teşvik eden öğeleri sorgulamadığımızı, direk damgalayıp hücre arkasına attıktan sonra bu insanların arka planda neler yaşadığını bizlere öğretti.

Ben buradan bana konuyla ilgili destek veren sevgili dostum Hakan Çelik'e, beni kabul eden yönetmen sevgili Reyhan Ulu'ya ve bizi tüm içtenlikle
aylarca ağırlayan tüm cezaevi personeline teşekkür ederim. Bambaşka bir yaşamı bizlere öğrettiniz.

Ayrılma günü geldiğinde hepimiz tek tek vedalaştık. Daha sonra bir mahkum bana aynen şunları söyledi. " Sevgili Alican çok uzun yıllar evvel ailemin yanından kaçtım; ve bir daha onları hiç görmedim. Sonrasında istemeden hiç beklemediğim bir anda suç işledim. Bu sebeple yıllarca süre gelen ayrılığın içine birde cezaevi yılları girdi. Sen buraya geldin benim fotoğraflarımı çektin. Senin çektiğin fotoğraflar sayesinde ailem beni çok uzun yıllar sonra gördü. İyi olduğumu o fotoğraflar sayesinde anladı. Bu fotoğraflar sayesinde bizler yeniden birbirimizi bulduk ve yeniden kaynaştık. Sana sonsuz teşekkür ederim kardeşim."


16 Ekim 2012 Salı

Dostlarıma Küçük Bir Not

Yazdığım bu yazı sanki bir Oscar töreni konuşması gibi olacak biliyorum; ancak hissettiklerimi buradan aktaramazsam büyük bir sıkıntı yaşayacağım. O yüzden konuyla ilgili anlayışınızı rica ediyorum.

Sevgili Facebook alemi bir suredir ne yazi yazdim ne de Facebook'ta gozuktum. Bunun Sebebi yaklasik 3 aydir yeni meslegim ve projelerim icin calismamdi. Hayatıma, kariyerime yepyeni bir yön veriyorum. Bazen insanın taksimetreyi sıfırlaması gerekiyor. Hayat ne yazık ki çok kısa, hatta bazen göz açıp kapatıncaya kadar geçecek birşey. Dolayısıyla bu zamanı anlamlandıramadığım şeylerle doldurmak istemedim. 

Bundan boyle en buyuk hobim olan fotografciligi meslege donusturmeye karar verdim.  Bu yolda b bircok kisi benden herhangi bir karsilik beklemeden yanımda oldular ve desteklerini uzerimden eksik etmediler. Bu kisilerin hepsini yazamayacagim ancak hepsinin bende yerleri ayridir.

İlk teşekkürü, bundan 2 yıl önce bana "Alican bence fotoğraf çekmelisin, bu konuda yeteneğin var" diyen ve benden hiç bir bilgiyi esirgemeyen, bildiği her konuyu bana aktaran, ilk makinamı almama ve doğru karar vermeme sebep olan çok sevgili abim Osman TÜMAY'a etmek istiyorum. Tanışmamızın üstüne geçen birkaç hafta sonrasında Leica'nı gördüğümde "bu külüstür ne" demiştim. Şimdi kafamı duvardan duvara vuruyorum. Ne kıroymuşum değil mi ? :))) Büyüyünce benimde bir Leicam olacak inanıyorum. 

Oncelikle almis oldugum karari en cok destekleyen ve bana inanilmaz moral veren BABAM'a cok tesekkur ediyorum. O olmasaydi sanirim bu ise karar vermem cok zor olurdu. Bir babanin ogluna yapabilecegi en guzel seyi yapti ve 'yanindayim' dedi.

Sevgili esim MERYEM'e her konuda her zaman elimden tutan bana olan inanci bir an olsun azalmayan ve 'Alican sen yaparsin' diyerek bana bu yil en guzel hediyeyi veren askima tesekkur ediyorum.. Iyiki hayatima girdin, iyi ki evlendik. Seni Çok Seviyorum...

Bu karari kafama belki isteyerek, belki istemeyerek tum hayatimi degistirecek, kendisinden surekli ilham aldigim cok basarili fotografci dostum BETUL TELLI'ye bana olan sabiri dolayisiyla cok cok tesekkur ediyorum. Cekimlerinde beni de yaninda goturmesi, bildiklerini benimle paylasmasi, sabahin 3'unde telefonlarima sabirla cevap vermesi. Ve daha bir yigin olayda yanimda olmasi unutulacak seyler degil. Betul seni cok seviyoruzzzz. Iyi ki hayatimizdasin ve iyi ki dostumuzsun. Senin yarin kadar fotograf cektigim gun cok mutlu olacagim. 

Meslegin tum tekniklerini gosteren, elindeki herseyi benimle kardesten ote gibi paylasan, bu yazida gordugunuz artist fotografimi ceken, moda fotograflari konusunda ileride ortaligi darmadagan edecek dostum  OSMAN SELCUK COLAK'a 7/24 yanimda oldugu icin cok tesekkur ederim. Eminim sen de bu yolda aldigin karardan pisman olmayacak ve cok cok basarili olacaksin. 

VE SEYHAN ARGUN, bu ismi sona saklamamin sebebi benim hayatimda yerinin cok buyuk olmasi ve aldigim karara cok sevinen ve her konuda maddi manevi bana destek olmasi, durup dururken "cok basarili olacaksin demesi", bir insan daha ne isteyebilir ki ? Bana bu muhtesem logo ve diger tum tasarimlarinin haricinde SANAT'i dibine kadar benimsemis bu SANATCI dostuma cok tesekkur ederim.

Benim diyeceklerim bu kadar. Teşekkür edemediklerim bana kızmasın. Onlar da biliyor ki hepsinin yeri bende ayrı.

Herkese Sevgiler

Gelecek ayın konusu: Erkeğinizi baştan çıkarmanın püf noktaları, hadi ben kaçtım....

5 Nisan 2012 Perşembe

Bir Başka Dünya New York



Karamsar Şubat ayindan sonra Mart ayini es geçerek blog yazisini da ister istemez erteledim. Aslinda bir bakima iyi de oldu. Kışın soğuk, karamsar ve bunalımlı ağırligi üstümüzden kalkti. Nisan ayina daha farkli, heyecanlı girdim. Bu yazımın konusu hiç kuskusuz New York seyahatimle ilgili olacak. Ben ilk kez gittigim bu koca ülkeyi objektif bir sekilde ve gözlemlediklerim doğrultusunda yazmaya çalışacağım. Konuya girmeden önce de bizleri tüm samimiyet ve misafirperverlikleriyle ağirlayan dostlarımız Meriç ve Ayça'ya sonsuz teşekkürler.

JAMAICA

10.50'de Istanbul'dan kalkan uçagimiz ABD saatiyle saat 16.30'da New York'ta oldu. Pasaport kuyrugunun uzun olacagi konusunda daha onceden bilgi aldigim icin 200 kisilik sira beni hic sasirtmadi. Sira biz geldiginde polisin ilk lafi " Hey How r you doin ? oldu. klasik sorularindan 10 dakika sonra New York topraklarina ayagimizi bastik. ilk basta göz alici bir sey yoktu. Tek sasirtici olan sey JFK havalimanın devasa oldugu. Meriç, biz geldikten 5 dakika sonra havalimanında belirdi. Bir asansörle havalimanın içersinden tren istasyonuna cıktık. Siyahi bir kız yanıma gelip ' any questions ?' dedi. Ona ne gibi bir soru sorabilirdim ki ? Meğer kızcağızın mesleği oymuş; insanları yönlendirmek. Meriç 'sor bakalım Jamaica'a buradan gidilirmiymiş' dedi. ' Ne alaka dalga mi gececegiz kizla' dedim. O da gidip kendi sordu. Jamaica inecegimiz semtin adiymis meger.
Jamaica'ya geldikten sonra diger bir trenle kalacagimiz yere Lynbrook'a geldik. Lynbrook yolunda, nasil oldugunu anlamadan, direk bir adamla sohbete basladik. Adam turist oldugumuzu ogrenince tum tatilde duyacagimiz klasik cumleyi soyledi: Welcome to New York. Lynbrook ise orta halli insanlarin kaldigi klasik ve cok sirin bir Amerikan mahallesiydi. Manhattan'dan yani sehrin gobeginden 25 dakida uzakta yalniz bir mahalle.

PENN STATION


Penn Station bizi Lynbrook'tan Manhattan'a getiren trenin son duragi. Koskocaman bir tren istasyonu olan bu yerde binlerce insan oradan oraya gidiyor. Turlu turlu insanlar ellerinde kahveleriyle sagdan sola kosustururken bir yandan da bir muzik grubu kendisini dakikalarca izlettirecek kadar guzel bir muzik yapiyor. Istasyonda her gun farkli bir grup farkli tarzlarda karsiniza cikabiliyor. Penn Station'dan yukari ciktiginizda ise Manhattan'in koca binalari sizi selamliyor.

MANHATTAN






Sehrin gobegi olan Manhattan'a girdiginizde bir sure boynunuz tutuluyor; cunku kafaniz hep yukari bakarak geziyorsunuz. Kisacik bir tarihe bu yapilar nasil sigdirilmis diye dakikalarca dusunmeden edemedim dogrusu. Tabii ki Avrupa mimarisi kendini hemen gosteriyor. Ozellikle de Fransizlarin yaptigi devasa binalarin ihtisami ve guzelligi beni buyuledi. Sokaklar hinca hinc dolu. Klasik bir Amerikaliyi ayirt etmek cok kolay: elinde kahvesi ve iPhone'uyla telasla yuruyor. Butun Amerikalilar hep telasli ve ac. Cunku her yerde her sekilde yemek yiyorlar. Trende, metroda, yolda... Sabah kahvaltilari genellikle muz ve kahveyle geciyor. Cunku onlar hep telasli.
Gun boyu yaptigimiz sehir turunda China Town, Brooklyn, Washington Park, Soho gibi yerler en goze carpan yerlerdi. China Town'da yemek molasi verdik. Muhtesem biftek ve karides ayni anda masaya geldi. Ancak nasil pisiriyorlarsa tum yemekler sekerli. Amerikalilarin en buyuk sorunu hepsinin acaip seker ve sos bagimlisi olmasi. Sekersiz hicbir sey icemiyorlar ve yiyemiyorlar. Illaki her yemegin yaninda mutlaka sekerli bir sos olacak. Porsiyonlar ise burdakinin 3 kati buyuklugunde.
Soho dedimiz yerse tarihi Amerikan apartmanlarinin oldugu muhtesem bir mahalle. Fakat orada oturabilmek icin cok buyuk paralari gozden cikarmaniz gerekiyormus. Sehir merkezinde oturmak ciddi bir kazanc gerektiriyor. Ilk gunku 8 saatlik turumuz Irish Pub'da ictigimiz kahvelerle son buldu.

APPLE STORE VE AMERICAN NATURAL AND HISTORY MUSEUM


Pazartesi gunu artik Meryem'le yalnizdik ve ben mutlaka Apple Store'a gitmemiz gerektigini ust uste vurgulayarak kizcagizi oraya zorla surukledim. Apple Store, sanki Amerika'nin kalbi gibi bir yer. Zaten oradaki hayati sadece Apple urunleri yurutuyor. Herkesin elinde bir iPad var. Her seyi iPad'lerle yapiyorlar. Dolayisiyla bu kocaman magaza hinca hinc dolu. Belki 200'den fazla calisani var. Ve bu calisanlar size yardim etmek icin cirpiniyorlar. Birkac kez Istanbul'da bir Apple magazasinda terslendigim icin satis kaygisi olmayan bir yerde bu davranisi gormek beni sasirtti. Neyse burasi hakkinda cok fazla bir sey soylemeyecegim...
American Natural History muzesi tarih ve dogayla ilgili ne ararsaniz bulabileceginiz bir yer. Adamlarda bir kompleks var sanki. Her seyleri olsun, her seyin en buyugu, en iyisi olsun diyorlar. Boylece kocaman bir muze yapmislar ve icine her seyi sigdirmislar. Bana gore sıkıcıydi, ancak gorulmesi gereken yerlerden biri. Ozellikle iceride yuzlerce farkli kelebek olan ozel bir odalari var ki sanki cennet bahcesi.

SEHIR HAYATI VE INSANLAR


Bu bolume ozellikle deginmek istiyorum. Oncelikle dedigim gibi New York'ta hep bir telas var. Ancak ulasim oldukca kolay. En onemli yanlari cok sistemli insanlar olmalari; her sey bir sistem icerisinde ilerliyor. Kuyruklar; trafik; restoranlar hepsi sistemli. Bu sistemin disinda bir hareket yaparsaniz: mesela gecilmemesi gereken bir sari cizginin obur tarafina gecmisseniz sizleri kibarca uyariyorlar.
Sehir hayatini ele geciren ogeler arasinda iPhone; iPad ve Starbucks buyuk rol oynuyor. Heryer Starbucks'la dolu. Buradakinden hicbir farki yok ancak insanlar buralardan kahve almaya mecbur birakiliyor cunku baska alternatifleri yok. Gerci Amerika Starbucks'ini cok seviyor o da ayri bir mesele. Insanlar konusu cok enteresan. Herkes gulumsuyor. Iki yabanci insan bile her an her sekilde sohbet edebiliyor ve herkes birbirine cok cok kibar davraniyor. Kayboldugumuz zamanlarda kime adres sorduysak buyuk ilgi, alakayla ve guler yuzlulukle yardimci oldu. Eger siz yardim istemez de ortada debelenirseniz zaten biri anliyor ve yardim ister misiniz diye soruyor. Ustune basa basa soyluyorum ki dunyanin her halde en arkadas canlisi ve kibar sehiri New York'tur. Din, dil ve irk ayirimi bu sehirde cok fazla gecmiyor. Yasli kesim siyahilerden sikayet ediyor tabii ki. 'Aman cocuklar sakin Harlem; Queens, Rosedale gibi yerlere gitmeyin, cok fazla siyah var oralarda  ' diyen bir teyzeyle de tanistik.
Bir baska konu ise sosyal statuler asla elestirilmiyor. Diyelim ki New York' ta garsonluk yapacaksiniz. Garsonluk orada ozel bir meslek. Her garson isini cok severek yapiyor. Dolayisiyla garsonluk yaptiginiz icin kimse sizi yermiyor. Veya trende biletcisiniz. Hic onemli degil illaki hayatinizi kazanacak kadar para kazaniyorsunuz fakat en onemlisi mesleginize herkesin saygisi var. Universite mezunu olmak icin kimse yirtinmiyor zaten universitelerin hepsi cok para istiyor.

GUITAR CENTER

Magazadan iceri girer girmez benim gibi gitar manyagi herkesin basi donebilir. Bu koca magaza tamamen gitar uzerine ve aradiginiz her sey elinizin altinda. Her markanin ayri bir bolumu var. Binlerce gitari istediginiz kadar deneyin; calin kurcalayin kimse bir sey demiyor. Almayacaksan bizi oyalama kardes bakis acisi yok. Ben ilk soku atlattiktan sonra bir cok gitari dakikalaca denedim ve fikir sahibi oldum. Orada gecirdigim iki saat sonrasinda dukkandan cikarken bir de baktim iki elimde de gitar var. 'Tuhhh bu gitarlari kim tutusturdu elime ?'




CENTRAL PARK VE METROPOLITAN MUSEUM OF ART

Central Park'in icine girerek bir sure orada vakit gecirdik. Kocaman bir park. Insanlar kosuyor, muzik dinliyor, bildiginiz takiliyorlar yani. Central Park'in en etkileyici yeri John Lennon icin ayrilmis ve onu andiklari Strawberry Fields isimli kucuk bir bahce. Orayi dusununce neden bilmiyorum biraz huzunleniyorum. Cunku orada gercekten John Lennon fanlari var ve herkes ciceklerini, sevgi sozcukleri yazan notlarini oraya birakiyor.


Central Park turunu tamamladiktan sonra parkin diger girisinde sizi Museum of Art karsiliyor. Burada gecen 6 saati hic anlamadim. Her turlu sanatla ilgili bir cok eserini ve yapiyi icerisinde bulunduran bir muze. Ozellikle Jackson Pullock'un orjinal tablosunu birebir gormek hatta ayi gibi dokunmak bile cok keyifliydi. 'Sir please stay behind' uyarisini cok anlatmiyorum. Metropolitan Museum Of Art gercekten de gezmeye doyamadigim harika bir yerdi.



Tabii ki daha yazacak bir cok konu ve yer var. Terra Blues Club, Grand Central Terminal, 5. ve 7. cadde ve binlerce evsiz ayri bir hikaye konusu. Bu aylik benden bu kadar hepinize sevgiler...





25 Kasım 2011 Cuma

ACIBADEM'İN İZ BIRAKANLARI


Bir süredir yeni blog yazımın konusunun ne olacağını düşünürken, 24 Kasım tarihi bana yepyeni bir fikir verdi. Öğretmenler Günü sebebiyle bugün geçmişe küçük bir yolculuk yaptım. Bugüne kadar hayatımdan sayısız öğretmen geçti. Bir çok dalda, bir çok kişinin derslerine girdim. Onlarca öğretmenlerim arasında elbette bende çok iz bırakan isim oldu. Bugün bu isimleri sizlerle paylaşmak biraz da onlara saygı duruşunda bulunmak istiyorum.  

1993 yılında yani tam 9 yaşındayken kendi kendime şarkı söylemek artık yeterli gelmiyordu. Anneannem ve dedem beni zorla piyano kursuna göndermeye çalışsalar da ve ne yazık ki bana güzel bir klavye almış olsalar da bu konuda başarılı olamadılar.  Şiddetle semtimiz Göztepe'deki piyano kursuna gitmek istemedim. Bir yıl sonra gelen ısrarlar sonucunda Müjdat Gezen Sanat Merkezin’in Piyano bölümüne yazdırıldım. Klasik solfej eğitiminin yanı sıra haftanın 5 günü piyano dersi almaya başladım. Bir gün piyano başındayken şimdi adını hatırlayamadığım öğretmenim “Eve gider gitmez annene ben yetenekliymişim” dememi şiddetle vurguladı. Eve gittim; ve annem yorgun argın işten geldiğinde “Anne ben "yetenekliymişim” dedim. Annem de o sırada mutfakta telaşla yemekleri yetiştirmeye çalışıyordu ve “Tamam oğlum” dedi.
O yazın sonunda piyanoda hiç bir şey çalamıyor olsam da  piyanoda pozisyon alırken sanki avucumda limon tutar gibi yapmayı öğrenmiştim. Müziğe tapıyor, ancak piyanodan istediğim randımanı alamıyordum.  Okullar açılınca ilk işim her kız çocuğu gibi koroya yazılmak oldu.  Erkekler sosyal etkinlik kollarında futbol, basket, halk oyunları gibi klasik etkinliklerle ilgilenirken, ben koroda “Atatürk Ölmedi” isimli şarkıyı söylüyordum.

SEVDA KULAOĞLU (1994-1995) (MÜZİK ÖĞRETMENİM)

 Koroya girişimle Sevda Kulaoğlu 94-95 yılları arasında temel müzik eğitimi adına bana önemli bilgiler vermiştir. Asıl uzmanlık alanının "Klasik Gitar" olması beni zaten ona aşık etmeye yetmişdi. Sevda Kulaoğlu 94 yılının sonunda bir klasik gitar grubu kurmak istediğini ve aramızdan seçeceği 5 kişiye gitar dersi vereceğini söyledi. İlk atlayan ben oldum. Şiddetle gruba girmemi reddetti. Çünkü her konuya hevesliydim. O da doğal olarak gerekli ilgiyi göstermeyeceğimi düşündü. Daha sonra bir kaç ağlama ve ailemin de ricası üzerine ilk gitarım Raimundo 112’ye kavuştum.  Bir Cumartesi günü 10 dakikalık bir eğitimden sonra gitarı hemen kavradım. 2 saat sonunda eve döndüğümde akordumu yapabiliyor, 9. Senfoniyi de tek telden çalabiliyordum. Bir kaç teknik dersten sonra tüm dikkat ve enerjimizi yıl sonunda yapılacak olan 2 saatlik konsere harcamaya başladık. Kendimi öyle bir kaptırmışım ki tarih dersinden 2 alınca tüm sosyal etkinliklerden ve özellikle gitardan sınıf öğretmenimce menedildim.  Bu olay hayatımın en büyük cezalarından biriydi. Bu olayla birlikte bir daha Sevda Kulaoğlu’nu göremedim.  Şu anda nerede ve ne yapıyor onu dahi bilmiyorum. Bir yerlerde umarım ona olan şükranlarımı hissediyordur.

LALEGÜL ERGUN (1995-1998) BİYOLOJİ ÖĞRETMENİ VE ACIBADEM LİSESİ MÜDÜRÜ

“Önce biraz sıkılacaksınız. Daha sonra boyunuz atacak, zayıflayacaksınız. Bir süre sonra bazı erkekler öğrencilerin sol kulağında küpe olacak. Ayağınızdaki çorap naylon çoraba dönüştüğünde lise bitmiş olacak” İşte bu sözle Lalegül Ergun, okulun konferans salonunda bizi selamladı. O zaman ne dediğine dair hiç bir fikrim yoktu. Daha sonra uzun bir ingilizce cümle kurdu. “ Ne söylediğimi anlayan var mı ?” sorusuna bir tek California doğumlu Hande parmak kaldırdı. Sıcacık gülümsemesiyle “merak etmeyin kısa bir süre sonra anlayacaksınız” dedi. Lalegül Ergun tanıdığım ilk entellektüel, sanat sever, güler yüzlü, müthiş disiplinli öğretmenimdi. İnanılmaz bir karizması vardı. Girdiği her ortamı aydınlatabilen bir enerjisi vardı. Onu tanımak benim için büyük bir gururdur. Bugün bildiğimiz ingilizcenin ilk temeli Lalegül Hoca , Vatan Barlas ve ekibi sayesinde olmuştur. 1998 yılında görevini bırakmasıyla İstek Özel Acıbadem Lisesi bir daha hiç bir zaman kavuşamayacağı altın günlerini yitirmiştir. Bugün ona bu yazımla bir kez daha teşekkür ediyorum.

 BEYSUN DENİZ ORTAÇ-ESRA ORUÇ ÖZTÜRK  (1997-2001) (MÜZİK ÖĞRETMENLERİM)

1997 öğretim yılının başında müzik derslerine Esra Oruç isimli genç bir hanımın gireceğini öğrendik. Esra hocamız çok çok kısa bir sürede benim müzikal yeteneğimin farkına vardı ve Beysun hocayla birlikte ilk orkestramızı kurmamıza ön ayak oldu. İstek Özel Acıbadem Orkestrası mezunlarından sonra 1997 yılında yeniden şekillenmiş yepyeni başarılara yelken açmaya hazır hale gelmişti. İlk yıl kadro:  Vokalde Öykü Gürman, Sine Büyüka, Gözde Umur, klavyede Mert Eryüksel, davulda Hakkı Arıkan ve tabii ki gitarda bendeniz vardı. İlk verdiğimiz konserde, akordu hiç tutmayan kırmızı Ibanez gitarım ve Bart Simpson t-shirt’ümün uzun yıllar konuşulacağını hiç düşünmemiştim. Ertesi yıl Beysun Hoca, Öykü’nün gitmesiyle kadroya müthiş bir isim getirdi. Vokalda artık Gülnur Gökçe vardı. Gülnur’la yeniden şekillendirdiğimiz orkestra, bir çok ödül aldı ve birçok canlı yayında, organizasyonda konser verdi. 1999 yılında Esra hocanın, 2000 yılında ise Beysun hocanın görevlerinden ayrılması. İstek Acıbadem Orkestra’sının belini büktü. Zaten 2000 yılında Gülnur’un mezun olması bizi bir dibe sürükledi.  Esra ve Beysun hocanın yetenekli bulduğu isimler ben dışında bugün Türkiye’nin önemli ve ünlü müzisyenleri arasına girdi. Emeklerini ödememiz imkansız.

FİGEN GÖZOĞLU (1998-1999) İNGİLİZCE ÖĞRETMENİM

Sırf müzikle ilgili olmaktan ve ergenlik çağına da girmemle tüm derslerim felaket kötü bir hal almış, biraz olsun İngilizce iyi olur diye düşünürken, on da bile başarısız olmaya başlamıştım. O yıl ki ingilizce derslerine Figen Gözoğlu’nun gireceğini öğrenince beynimden vurulmuşa döndüm. İstek Acıbadem’in en otoriter, en sert hocası artık benim hocamdı. Beni çok severdi, ingilizcem o yıl çok kötü olunca benden nefret ediyor numarasını  öyle güzel bana yedirdi ki, sürekli kahroluyordum. O yıllara geri dönsem ilk işim deli gibi onun derslerine çalışmak olurdu. Bana olan o sevgisini hakkedemedim. Üstelik ondan zayıf aldığım günlerde azar işitmemek için okula gelmemezlik yapıyordum. Bugün geriye dönüp baktığımda onun sıcacık yüreği hala içimi ısıtır. Onu gördüğüm zaman aslında sizden çok şey öğrendim ancak kusura bakmayın. Ben tembel bir öğrenciydim demek isterim hep. Figen Gözoğlu, İstek Özel Acıbadem Lisesi’nin en en en iyi İngilizce Öğretmenlerindendi. Bugün çeşitli meslek dallarında kariyer yapan birçok kişi onun sayesinde ingilizce konuşuyor.  O tam anlamıyla üstün bir eğitimciydi. Yıllar sonra eşimin de öğretmenlik yaptığı dönemde anladım ki Figen Gözoğlu o otorite ve sertlikte çok haklıymış ve iyi ki yapmış.  Bugün hala onunla haberleşebilmem benim için bir mutluluk, öğrencisi olmak ise büyük gururdur.

BERNA BEZCİ (1999-2000) İNGİLİZCE ÖĞRETMENİM+(2000-2002) İNGİLİZCE DRAMA

Literature derslerimizin sevimli meleğiydi o. Ne yalan söyliyeyim ben ona aşıktım, hayrandım. Neden aşıktım çünkü o hep gülüyordu. O her derdimin yanındaydı.  O tam bir anneydi bana. Lise 1’in başında İngilizce Drama Klübünü kurdu. Beni de önemli bir rolle sorumluluk altına soktu. İlk başta projeye pek inancım yoktu. 1 yıl aralıksız çalışılacak ve dekoruyla, kostümüyle bir oyun oynanacaktı. Berna Bezci ve arkadaşları o yıl müthiş bir oyuncu kadrosu kurdu. İnanılmaz bir kalabalığa yıl sonu, oyunu oynadık. Tek kelimeyle Acıbadem’i kasıp kavurduk. Ertesi yıl bir daha denedik ve aynı sonucu yine elde ettik. 2001 yılının bitimiyle, maalesef o da görevini bırakmak zorunda kaldı. Onun gidişi beni bitirdi. O hep yanımda, benim destekçimdi. Onun gidişiyle ve mezun oluşumuzla bir kopma yaşadık. Böyle olsun istemezdim. Ancak hayat bazen insanları ayrı koyabiliyor. Şimdi duydum ki adalarda bir okulda görevine devam ediyormuş. Umarım iyidir.

HALİT ÇAKAR (2000-2001) İNGİLİZCE ÖĞRETMENİM

Bu uzun boylu, pos bıyıklı adamı okulda hep görüyor, ancak nasıl biri olduğunu asla anlayamıyordum.  Lise 2’de dil bölümüne girmemle Halit Hoca’nın öğrencisi oldum. Halit Hoca müthiş entellektüel, müthiş duygusal  bir adamdı. Ölü Ozanlar Derneği filminin baş kahramanıydı o. Sanata ve sanatçıya çok değer verirdi. Dolayısıyla bana da çok kıymet verir ama çaktırmazdı. Bir gün provalarda olduğum zaman sınıfa “ Bu okul bu çocuğa niye burs vermiyor” diye söylenmiş. Çok sevindim tabii böyle düşünmesine. Bunalımlı zamanlarımda (sivilce dönemi-no girl friend) yazdığım şiirleri ve şarkı sözlerini heyecanla okutmak istedim. Hiç birini beğenmedi.  Yazmaya devam dedi. Ve desteğini esirgemedi. Yıl sonuna doğru ansızın görevinden ayrılmış olması sınıfı büyük şoka uğrattı. Kendisini bırakmayacağıma söz verdim. İlk işim yeni okulunda onu ziyaret etmek oldu. Yine çaktırmadı ama çok sevinmişti. Uzun uzun sohbet etmiştik. Beni güzel sözlerle uğurladı. Bir iki yıl sonra yeniden izini buldum ve aradım. Artık beni unutmuştu. Buz gibi bir sesle o an aramamdan rahatsız olduğunu anladım. Görüşmek istediğimi söyledim. Kibarca reddedince anladım ki Halit Çakar tarih olmuşdu. Onu bu hale getiren ne oldu bilmesem de hayatımdaki önemli öğretmenlerimin arasından hiç silinmeyecek.

ESİN YILMAZER (2000-2002) İNGİLİZCE ÖĞRETMENİM

Lise 1 ‘de derslerimize girmesiyle hayatının her anına şahit olacağımı ve  en yakın dostlarımdan biri olacağını bilemezdim. O zamanlar gencecik ve bekar bir kızdı Esin hoca. Kocaman kalbi vardı. Sevecendi, otoriterdi ama bende tutmadı. Ona yapmadığımı bırakmadım. Derslerinin bir çoğunu sabote ettim.  Ancak onu hiç üzmedim ve kızdırmadım.  Ona çektirdiklerimi ve vefa borcumu ödemek için Lise 2’de verdiğim yıl sonu konserinde birlikte “Tears in Heaven” parçasını söyledik. Şarkıyı o güzel sesiyle çok güzel söyledi. Mezuniyet sonrası görüşmelerimizi hiç kesmedik. Eşi yakın arkadaşım, oğlu da yeğenim oldu. Esin ablanın hala hayatımda olması benim için çok önemlidir. Ayrıca hayatımın olmazsa olmazlarındandır. Artık O benim Esin ablamdır, gerisi teferruattır.

Burada aslında yazılacak bir çok isim var. Berna Karaa, Rahmi Çandar, Melike Oğuzhan, Fethi Engin vsr... ancak hepsiyle ilgili tabii ki yazmam çok zor. Hepsinin hayatımızda yeri büyük oldu. Buradan ismini sayamadığım diğer öğretmenlerimin de ellerinden öper, Öğretmenler Günü’nü kutlarım.

5 Ağustos 2011 Cuma

SON KODACHROME YOLCULUĞU

Uzun, yorucu ve bir o kadar da sıkıcı bir iş gününden sonra, Steve Mccurry'nin İstanbul Modern'deki fotoğraf sergisine doğru eşimle yola koyulduk. 5 yıl sonra ikinci kez Mccurry'le buluşacaktım; ve açık söylemek gerekirse bununla ilgili içimde zerre kadar bir heyecan yoktu. Bu heyecansızlığımın en büyük sebebi; neyle karşılaşacağımı bilmemek ve eşimle Karaköy'ün farklı iskelelerinde birbirimizi beklememizden kaynaklanan gecikme ve gerginlikti. O Karaköy motor iskelesinde, ben de Karaköy vapur iskelesinde birbirimizi 15 dakika boşu boşuna bekledik.


Konuyu dağıtmayayım. 5 yıl sonra Mccurry, İstanbul'da "The Last Roll Of Kodachrome" isimli sergisiyle bizimle buluştu. Serginin detaylarından bahsetmeden önce sizlere Kodachrome'u hatırlatmak istiyorum. "Hatırlatmak" diyorum; çünkü herkesin hayatından mutlaka Kodachrome geçmiştir. Kodachrome, 1936'da 35mm slayt filmini satışa sunmasıyla hem amatörlerin hem de profesyonellerin ilgi odağı olmuştur. Bu ilginin en büyük sebebi ise; filmin uzun yıllar saklanabilir olması ve renk yoğunluğudur.

"Mccurry'nin dijital fotoğraf çağında Kodachrome'la ne işi olur ? " sorusunu soracak olursanız, hemen açıklayayım. Kodak 74 yıl sonra Kodachrome üretimini sonlandırmaya karar verince, ellerinde kalan son 36 pozluk filmi Steve Mccurry'e teslim eder. Steve Mccurry'de haliyle bu durumu bir sorumluluk ve görev kabul eder. Düşünün dünyadaki son 36 pozluk film ellerinizde ve hata yapma şansınız neredeyse sıfır. Mccurry arayışlarından tatmin edici bir sonuç alamayınca, New York'un sembolü olan bir film yıldızıyla buluşur. Robert De Niro. Mccurry, ilk 3 karesini De Niro için kullanmıştır.

Kalan 33 kare için Steve, soluğu Hindistan'da alır. Farklı kültür ve renkleri yansıtan Hindistan'dan sonra Steve Mccury'nin 3. durağı İstanbul'dur. Mccury burada tek bir kare fotoğrafı sadece yakın dostu Ara Güler için kullanır. Çekimlerin tamamlanmasına az bir zaman kala fotoğrafların nerede yıkanacağı sorunu nükseder. Üretimleri durdurulan bu filmlerin yıkanabilmesi için birçok yer araştırılır ve ABD'nin Kansas eyaletinde "Dwayne's Photo" bulunur. (Az fotoğraf yıkamadık orada) Hal böyle olunca Mccury son 3 kareyi bu eyalette kullanır. Bana soracak olursanız tüm kareler içerisinde en başarılıları Hindistan'da çekilenlerdir. Robert De Niro ile yapılan çekim bence işin sadece pazarlama ürünü ve popüler hale getirmek için kullanılan bir reklamdır. Son 3 karede ise Steve amca biraz daralmış olacak ki fotoğraflar bana biraz sallamasyon geldi.
Sergiye tümüyle baktığınız zaman emeğin, tecrübe ve birikimle harmanlandığını göreceksiniz. Özellikle fotoğrafla ilgilenen arkadaşların Mccurry'le ilgili çekilmiş kısa tanıtım filmini izlemesini tavsiye ederim. Bu kısa filmde Mccury, fotoğrafçılığın ince detaylarıyla ilgili tatlı bilgiler vermekte. "Kaçırdım mı ? " diye düşünmeyin 4 Eylül'e kadar zamanınız var.

Not: Bu arada Kodachrome zamanında o kadar ünlüymüş ki usta müzisyen Paul Simon, onun için bir şarkı bile yazmış.